Materyalizm ve Evrim Teorisi Üzerine - Yazı 4
(Bu yazının acele edilmeden, üzerinde düşünülerek okunması gerekir.)
Arapçada “harf”, “Kendisinde bir mânâ olmayıp başkasının mânâsına hizmet eden” demektir. “İsim” ise, kendisinde bizzat mana olandır. Mânâ-yı harfî, “başkasının” mânâsını göstermek, “başkasının” bilinmesine hizmet etmek anlamına gelir. Bu ifade varlıkları, Allah’ın isimlerine ayna olmaları yönüyle tefekkür etmek demektir.
Mânâ-yı harfî, kâinata “Allah namına” bakmaktır. Böyle bir bakışta her varlık Allah’ı tanıtan, O’nun isim ve sıfatlarına delalet eden bir harf hükmünde olur.
Mânây-ı ismî ise, kâinata bizzat “kâinat namına” bakmaktır. Böyle bir bakışta, varlıkların Allah’a delaleti gizlenir, sadece o varlıkların kendileri görülür. Pencereye bakmakla pencereden bakmak elbette bir değildir. İşte, mânây-ı ismî pencereye bakmak, mânây-ı harfî ise pencereden seyretmektir. Meseleyi daha da derinleştirirsek denilir ki:
“Hiçbir şey, bir zerreye bile, mânâ-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mânâ-yı harfiyle semanın yıldızlarına mazhar olur.” (Mesnevi-i Nuriye)
Masdar; bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) kaynak demektir. Mazhar ise, o şeyin zahir olduğu, göründüğü, kendini gösterdiği mekândır. Materyalistler ve tabiatçılar, masdar ile mazharı, bir başka ifadeyle sudur (çıktığı yer) ile zuhuru (göründüğü yeri) birbirine karıştırır ve aldanırlar.
Bu vecizeyi bir misâl ile açıklamaya çalışalım: Güneşe karşı tuttuğumuz bir ayna, parıl parıl parlar. “Aynada ışık olduğunu” söylediğimizde, doğruyu ifade etmiş oluruz. Böyle demekle, güneşin aynadan zuhur ettiğini (göründüğünü), ışığını onda gösterdiğini ifade etmek isteriz. Böylece aynadaki ışığa mana-yı harfiyle bakmış oluruz. Zira ışığın kaynağı aynanın kendisi değildir. Ayna, ışığı yansıtan bir araçtır. “Aynada ışık yoktur.” dediğimizde de sözümüz yine doğrudur. Çünkü o cam parçası bir ışığa masdar (kaynak) değildir; yani ışık o cam parçasından sudur etmez, çıkmaz. İşte bu misâl gibi şu âlemde tezahür eden düzen-nizam ve terbiye, sanat ve tasarım, temizlik ve israfsızlık-iktisat, faaliyet ve yardımlaşma, şefkat ve merhamet, iktisat ve adalet hakikatleri gibi yansımaların menbaı, kaynağı tabiatın kendisi değildir. Eğer tüm bu zuhur eden faaliyetlerin menbaı, kaynağı olarak kör, şuursuz madde ve tabiatı görürsek, madde ve tabi olduğu kanunlara “gayesellik içerisinde hareket etme” gibi ilim, şuur ve irade gerektiren sıfatları isnad etmiş oluruz ki, biz bunu mantıklı bulmayız.
İlâhî fermanda göklerin ve yerin yaratılışı, insanın ana rahminde geçirdiği safhalar, kâinatta görünen zerreden arza, arzdan şemse(güneş) ve kâinatta mevcut olan her şey Allah’ın eseri, mahlûku, mülkü olarak takdim edilir. İnsan, âlemin her köşesini bu şuurla gezer, kendisini İlâhî sanatların sergilendiği uçsuz bucaksız bir sergide, muhteşem bir fuarda hisseder. Bu bakış açısına sahip bir insan, birer harf-i mânidar olan mevcudata “mânâ-yı harfî“ nazarıyla, yani onlara Sâni (sanatkârı) hesabına bakar. “Ne kadar güzel yapılmış; ne kadar güzel bir surette Sâniinin (sanatkârının) cemâline (güzelliğine) delâlet ediyor” der. Materyalist bilim ve felsefe anlayışına sahip insanlar ise, âlemde bulunan varlıkların, o varlıkları teşkil eden zerre ve unsurların; tüm bu varlıkların kendi içlerindeki kompleksliği ile birlikte varlıkların âlemle olan ilişkilerinin; mevcut kanunlar vesilesiyle tabiatta her an cereyan eden olağanüstü süreç ve olayların netice verdiği karmaşıklıklar içerisinde sersemleşmiş ve hakikatin yolunu şaşırmıştır. Sonsuz ilim ve kudret sahibi Allah’ı kabul etmediğinden, tüm bu karmaşık ve birbirine girift olan hadiselerin aslını ve failini maddenin kendisinde arar, işin içinden çıkamaz. Şu koca kainat kitabının hurufatına (harflerine) “mânâ-yı harfî“ ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip “mânâ-yı ismî“ ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir eder, hor görür. Hikmetli gayelerle ve muazzam cihaz ve sanatlarla teçhiz edilmiş şu değerli ve anlamlı mevcudatı kıymetsizleştirir.
Mevcut fen bilimlerinde süregelen anlayış tabiatta yansıyan asıl gerçeklere ayna olmaz. Manası ile değil şekliyle ilgilenir. Bu bakış açısı ile ifade edilen bilim anlayışı 19. yüzyıldan kalma ve dogmatik paradigmaların bir ürünü olup, ülkemizce -birçok noktada olduğu gibi- sorgulanmadan alınmış ve eğitim sistemine entegre edilmiştir. Bu sistem içerisinde yetişmiş bir öğrenci kâinatı inceleyen bilim dalları olan Kimya, Matematik, Fizik, Biyoloji gibi alanlara ders olarak bakmakta; öğrencilik süreci bittikten sonra bu alanlara yönelik akılda kalan bilgiler birkaç tanımdan öteye gitmemekte; kimya, biyoloji gibi âlemi inceleyen bilim dallarını negatif düşünce ve duygularla anmaktadırlar.
Bir insan “tahkik-i iman odaklı” (taklid-i iman değil) bilimleri nazara aldığında, varlığın hikmet ve gaye boyutu, sanat yönü mânây-ı harfî bakış açısıyla nazara verildiğinden ve yaratılış sırlarına dikkatler çekildiğinden okuyucuda merak ve öğrenmeye karşı ilgi artar. Okuyucu “kâinat kitabını okuma” ve “bir sanat okuru” olma özelliği kazanır. İnsan yaratılışında var olan tabiat-çevre ilişkisini kurar ve çevreye saygı duygusu gelişir. Yani, bilim marifete dönüşür. Bu bakış ve metot anlayışı, bilimin metafizik dünyamıza hizmet etmesi kadar, insani ve kültürel değerleri zenginleştiren/güçlendiren konuma çıkmasını sağlayacak potansiyel sunar. Aynı zamanda bu metot, bilimin kendi geliştireceğimiz düşünce sanat ve hayat tasavvuru ekseninde kalmasını, yürümesini sağlar.
Yapılması gereken, felsefenin hikmetle bağını kurmak ve dolayısıyla varlığı bir bütün olarak görmenin yolunu açmaktır. Felsefenin hikmetle, bilimin de metafizikle bağı yeniden tesis edilince insan hayatı yeniden anlam kazanır. Bu bakış açısıyla modern bilimin metafiziksel bir arka planda yeniden inşa edilmesi ile bilim niceliksel alanda yatay olarak gelişirken, dikey olarak ruhanî boyutla irtibatı kurulur. Bu irtibatla niceliksel bilginin ötesine geçilip fiziksel âleme ilişkin bilginin ruhanî âleme irtibatı sağlanır.
Kalın bir perde yahut puslu veya renkli bir cam parçası, altındaki şeylerin görünmesine engel olduğu gibi, varlıklara mana-yı ismiyle bakmak, yani sadece onların özelliklerini ve faydalarını inceleyerek bunların o varlıklara nasıl ve kim tarafından takıldığını hiç düşünmemek hakikatlerin görünmesine mani olur.
Eğer “kainata mânây-ı ismî olarak bakılmazsa, ilim-fen nasıl gelişir? Bu bakış, ilmin ve fennin gelişmesine mani olmaz mı?” dersen şu dört mesele ile cevap verilir:
Birincisi, kâinata ve olaylara manay-ı harfi, yani Allah’ın bir eseri, bir sanatı olarak bakmak, katiyen gelişmeye ve bilime zıt bir durum değildir. Tam aksine bu bakış açısı insanı bilime ve tekniğe teşvik eden manevi bir dinamiktir. Zira bilim Allah’ın eser ve sanatlarını inceleyen ve ondaki latif ve gizli noktaları açığa çıkaran bir araçtır. Bu sebeple bilim ne kadar terakki ederse o kadar Allah’ın sanat ve eserlerine hizmet etmiş, Allah’ın isim ve sıfatlarını insanlığa ilan ve izhar etmiş olur.
İkincisi, her bir fen Allah’ın bir ismine dayandığı için, bir cihetle her bir fen Allah’ın bir isminin talim edildiği bir mektep ve fakülte gibidir. Öyle ise fen ilimleri ne kadar terakki ve tekemmül ederse o nispette dayandığı isme hizmet etmiş olur. Mesela, tıp ilmi Allah’ın Şafi ismine bakan ve dayanan bir mektep ve fakülte gibidir. Ne kadar gelişse o kadar Şafi ismine hizmet etmiş olur.
Üçüncüsü, manay-ı harfi ve ismi tabirleri insanın kalp ve akıl dünyasına ait kavramlardır. Bilimsel metotların alanına girmiyor ki, onunla rakip ya da hasım olsun. Bir doktor, hastasını incelerken, şu ayette şu tahlil; bu hadiste bu teşhis var demiyor, tıbbın kurallarına göre hareket ediyor. Manay-ı harfi ile bakan doktorun buradaki tek farkı, bilimsel verileri ayetin manevi verileri ile birleştirip tefekkür etmesidir. Yoksa bilimsel verileri bir kenara atıp tamamen ayetle meşgul olmak demek değildir. Bir teist (tektanrıcı inanca sahip kişi) ve ateistin Ankara-İstanbul arasındaki mesafeyi hesaplarken matematiğe veya haritacılığa başvurmalarında; bir teist ve bir ateist doktorun gözün veya kalbin fonksiyonlarını belirlerken biyolojiye başvurmalarında ya da bir teist ve ateist astronomun Ay veya Güneş tutulmalarının oluş vaktini belirlemeleri ile ilgili hesaplamaları ve teleskobu kullanım tarzlarında bir fark gözlemlenmez. Modern bilimin başarısı olan köprüler, ulaşım araçları, ameliyat teknikleri, gen teknolojisi, bilgisayar, internet, savunma sanayisindeki teknolojik gelişmeler gibi tüm ürünlerin hiçbirinin materyalist bir bilim anlayışının benimsenmesiyle alakası yoktur. Asıl olan mesele, özellikle evrenin ve canlıların kökenine dair araştırmaların sunum ve yorumlarında ortaya çıkar. Her ne kadar bilim ve teknolojide ilerleme kaydedilse de, eğer maddeye tesir eden tabiat kanunlarının failini veya bir canlının vücudundaki tasarıma ve olağanüstü teçhiz edilmiş bedeni fonksiyonlarına bakarak “Yaratıcı’nın bu işleri yaptığını” ifade ettiğinizde bu paradigma (Materyalist bakış açısı) sizi “bilim dışılık” ile itham eder, bilimsel manada yapılan diğer çalışmalarınızı görmezden gelir. Bazen bu ithamlar öyle bir noktaya gelir ki, mektep dahi okumamış ateist bir insan, dindar bir akademisyenden daha bilimsel kabul edilir.
Dördüncüsü, "bilim ve din çatışır" fikri tamamen köhnemiş pozitivist bilim felsefesinin tezidir. İslam inancı hiçbir zaman bilime ve bilim adamına ters ve menfi bakmamıştır. Tam aksine bilime ve bilim adamına dailik edip (onu koruyup/destekleyip) teşvik etmiştir. Ama (tahrif edilmiş) Hristiyan teolojisinde skolastik bir anlayış hâkim olduğu için, bilimi ve bilim adamını daima ezmiş ve engellemeye çalışmıştır. Zaten pozitivist felsefe bu dogmacı Hristiyanlığa karşı bir tepki olarak doğmuştur. Hristiyanlık ile İslam dinini aynı kefeye koymak ve sonrada "İslam da bilime menfi bakıyor" demek, tam bir cehalettir.
(Bu yazının acele edilmeden, üzerinde düşünülerek okunması gerekir.)
Arapçada “harf”, “Kendisinde bir mânâ olmayıp başkasının mânâsına hizmet eden” demektir. “İsim” ise, kendisinde bizzat mana olandır. Mânâ-yı harfî, “başkasının” mânâsını göstermek, “başkasının” bilinmesine hizmet etmek anlamına gelir. Bu ifade varlıkları, Allah’ın isimlerine ayna olmaları yönüyle tefekkür etmek demektir.
Mânâ-yı harfî, kâinata “Allah namına” bakmaktır. Böyle bir bakışta her varlık Allah’ı tanıtan, O’nun isim ve sıfatlarına delalet eden bir harf hükmünde olur.
Mânây-ı ismî ise, kâinata bizzat “kâinat namına” bakmaktır. Böyle bir bakışta, varlıkların Allah’a delaleti gizlenir, sadece o varlıkların kendileri görülür. Pencereye bakmakla pencereden bakmak elbette bir değildir. İşte, mânây-ı ismî pencereye bakmak, mânây-ı harfî ise pencereden seyretmektir. Meseleyi daha da derinleştirirsek denilir ki:
“Hiçbir şey, bir zerreye bile, mânâ-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mânâ-yı harfiyle semanın yıldızlarına mazhar olur.” (Mesnevi-i Nuriye)
Masdar; bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) kaynak demektir. Mazhar ise, o şeyin zahir olduğu, göründüğü, kendini gösterdiği mekândır. Materyalistler ve tabiatçılar, masdar ile mazharı, bir başka ifadeyle sudur (çıktığı yer) ile zuhuru (göründüğü yeri) birbirine karıştırır ve aldanırlar.
Bu vecizeyi bir misâl ile açıklamaya çalışalım: Güneşe karşı tuttuğumuz bir ayna, parıl parıl parlar. “Aynada ışık olduğunu” söylediğimizde, doğruyu ifade etmiş oluruz. Böyle demekle, güneşin aynadan zuhur ettiğini (göründüğünü), ışığını onda gösterdiğini ifade etmek isteriz. Böylece aynadaki ışığa mana-yı harfiyle bakmış oluruz. Zira ışığın kaynağı aynanın kendisi değildir. Ayna, ışığı yansıtan bir araçtır. “Aynada ışık yoktur.” dediğimizde de sözümüz yine doğrudur. Çünkü o cam parçası bir ışığa masdar (kaynak) değildir; yani ışık o cam parçasından sudur etmez, çıkmaz. İşte bu misâl gibi şu âlemde tezahür eden düzen-nizam ve terbiye, sanat ve tasarım, temizlik ve israfsızlık-iktisat, faaliyet ve yardımlaşma, şefkat ve merhamet, iktisat ve adalet hakikatleri gibi yansımaların menbaı, kaynağı tabiatın kendisi değildir. Eğer tüm bu zuhur eden faaliyetlerin menbaı, kaynağı olarak kör, şuursuz madde ve tabiatı görürsek, madde ve tabi olduğu kanunlara “gayesellik içerisinde hareket etme” gibi ilim, şuur ve irade gerektiren sıfatları isnad etmiş oluruz ki, biz bunu mantıklı bulmayız.
İlâhî fermanda göklerin ve yerin yaratılışı, insanın ana rahminde geçirdiği safhalar, kâinatta görünen zerreden arza, arzdan şemse(güneş) ve kâinatta mevcut olan her şey Allah’ın eseri, mahlûku, mülkü olarak takdim edilir. İnsan, âlemin her köşesini bu şuurla gezer, kendisini İlâhî sanatların sergilendiği uçsuz bucaksız bir sergide, muhteşem bir fuarda hisseder. Bu bakış açısına sahip bir insan, birer harf-i mânidar olan mevcudata “mânâ-yı harfî“ nazarıyla, yani onlara Sâni (sanatkârı) hesabına bakar. “Ne kadar güzel yapılmış; ne kadar güzel bir surette Sâniinin (sanatkârının) cemâline (güzelliğine) delâlet ediyor” der. Materyalist bilim ve felsefe anlayışına sahip insanlar ise, âlemde bulunan varlıkların, o varlıkları teşkil eden zerre ve unsurların; tüm bu varlıkların kendi içlerindeki kompleksliği ile birlikte varlıkların âlemle olan ilişkilerinin; mevcut kanunlar vesilesiyle tabiatta her an cereyan eden olağanüstü süreç ve olayların netice verdiği karmaşıklıklar içerisinde sersemleşmiş ve hakikatin yolunu şaşırmıştır. Sonsuz ilim ve kudret sahibi Allah’ı kabul etmediğinden, tüm bu karmaşık ve birbirine girift olan hadiselerin aslını ve failini maddenin kendisinde arar, işin içinden çıkamaz. Şu koca kainat kitabının hurufatına (harflerine) “mânâ-yı harfî“ ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip “mânâ-yı ismî“ ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir eder, hor görür. Hikmetli gayelerle ve muazzam cihaz ve sanatlarla teçhiz edilmiş şu değerli ve anlamlı mevcudatı kıymetsizleştirir.
Mevcut fen bilimlerinde süregelen anlayış tabiatta yansıyan asıl gerçeklere ayna olmaz. Manası ile değil şekliyle ilgilenir. Bu bakış açısı ile ifade edilen bilim anlayışı 19. yüzyıldan kalma ve dogmatik paradigmaların bir ürünü olup, ülkemizce -birçok noktada olduğu gibi- sorgulanmadan alınmış ve eğitim sistemine entegre edilmiştir. Bu sistem içerisinde yetişmiş bir öğrenci kâinatı inceleyen bilim dalları olan Kimya, Matematik, Fizik, Biyoloji gibi alanlara ders olarak bakmakta; öğrencilik süreci bittikten sonra bu alanlara yönelik akılda kalan bilgiler birkaç tanımdan öteye gitmemekte; kimya, biyoloji gibi âlemi inceleyen bilim dallarını negatif düşünce ve duygularla anmaktadırlar.
Bir insan “tahkik-i iman odaklı” (taklid-i iman değil) bilimleri nazara aldığında, varlığın hikmet ve gaye boyutu, sanat yönü mânây-ı harfî bakış açısıyla nazara verildiğinden ve yaratılış sırlarına dikkatler çekildiğinden okuyucuda merak ve öğrenmeye karşı ilgi artar. Okuyucu “kâinat kitabını okuma” ve “bir sanat okuru” olma özelliği kazanır. İnsan yaratılışında var olan tabiat-çevre ilişkisini kurar ve çevreye saygı duygusu gelişir. Yani, bilim marifete dönüşür. Bu bakış ve metot anlayışı, bilimin metafizik dünyamıza hizmet etmesi kadar, insani ve kültürel değerleri zenginleştiren/güçlendiren konuma çıkmasını sağlayacak potansiyel sunar. Aynı zamanda bu metot, bilimin kendi geliştireceğimiz düşünce sanat ve hayat tasavvuru ekseninde kalmasını, yürümesini sağlar.
Yapılması gereken, felsefenin hikmetle bağını kurmak ve dolayısıyla varlığı bir bütün olarak görmenin yolunu açmaktır. Felsefenin hikmetle, bilimin de metafizikle bağı yeniden tesis edilince insan hayatı yeniden anlam kazanır. Bu bakış açısıyla modern bilimin metafiziksel bir arka planda yeniden inşa edilmesi ile bilim niceliksel alanda yatay olarak gelişirken, dikey olarak ruhanî boyutla irtibatı kurulur. Bu irtibatla niceliksel bilginin ötesine geçilip fiziksel âleme ilişkin bilginin ruhanî âleme irtibatı sağlanır.
Kalın bir perde yahut puslu veya renkli bir cam parçası, altındaki şeylerin görünmesine engel olduğu gibi, varlıklara mana-yı ismiyle bakmak, yani sadece onların özelliklerini ve faydalarını inceleyerek bunların o varlıklara nasıl ve kim tarafından takıldığını hiç düşünmemek hakikatlerin görünmesine mani olur.
Eğer “kainata mânây-ı ismî olarak bakılmazsa, ilim-fen nasıl gelişir? Bu bakış, ilmin ve fennin gelişmesine mani olmaz mı?” dersen şu dört mesele ile cevap verilir:
Birincisi, kâinata ve olaylara manay-ı harfi, yani Allah’ın bir eseri, bir sanatı olarak bakmak, katiyen gelişmeye ve bilime zıt bir durum değildir. Tam aksine bu bakış açısı insanı bilime ve tekniğe teşvik eden manevi bir dinamiktir. Zira bilim Allah’ın eser ve sanatlarını inceleyen ve ondaki latif ve gizli noktaları açığa çıkaran bir araçtır. Bu sebeple bilim ne kadar terakki ederse o kadar Allah’ın sanat ve eserlerine hizmet etmiş, Allah’ın isim ve sıfatlarını insanlığa ilan ve izhar etmiş olur.
İkincisi, her bir fen Allah’ın bir ismine dayandığı için, bir cihetle her bir fen Allah’ın bir isminin talim edildiği bir mektep ve fakülte gibidir. Öyle ise fen ilimleri ne kadar terakki ve tekemmül ederse o nispette dayandığı isme hizmet etmiş olur. Mesela, tıp ilmi Allah’ın Şafi ismine bakan ve dayanan bir mektep ve fakülte gibidir. Ne kadar gelişse o kadar Şafi ismine hizmet etmiş olur.
Üçüncüsü, manay-ı harfi ve ismi tabirleri insanın kalp ve akıl dünyasına ait kavramlardır. Bilimsel metotların alanına girmiyor ki, onunla rakip ya da hasım olsun. Bir doktor, hastasını incelerken, şu ayette şu tahlil; bu hadiste bu teşhis var demiyor, tıbbın kurallarına göre hareket ediyor. Manay-ı harfi ile bakan doktorun buradaki tek farkı, bilimsel verileri ayetin manevi verileri ile birleştirip tefekkür etmesidir. Yoksa bilimsel verileri bir kenara atıp tamamen ayetle meşgul olmak demek değildir. Bir teist (tektanrıcı inanca sahip kişi) ve ateistin Ankara-İstanbul arasındaki mesafeyi hesaplarken matematiğe veya haritacılığa başvurmalarında; bir teist ve bir ateist doktorun gözün veya kalbin fonksiyonlarını belirlerken biyolojiye başvurmalarında ya da bir teist ve ateist astronomun Ay veya Güneş tutulmalarının oluş vaktini belirlemeleri ile ilgili hesaplamaları ve teleskobu kullanım tarzlarında bir fark gözlemlenmez. Modern bilimin başarısı olan köprüler, ulaşım araçları, ameliyat teknikleri, gen teknolojisi, bilgisayar, internet, savunma sanayisindeki teknolojik gelişmeler gibi tüm ürünlerin hiçbirinin materyalist bir bilim anlayışının benimsenmesiyle alakası yoktur. Asıl olan mesele, özellikle evrenin ve canlıların kökenine dair araştırmaların sunum ve yorumlarında ortaya çıkar. Her ne kadar bilim ve teknolojide ilerleme kaydedilse de, eğer maddeye tesir eden tabiat kanunlarının failini veya bir canlının vücudundaki tasarıma ve olağanüstü teçhiz edilmiş bedeni fonksiyonlarına bakarak “Yaratıcı’nın bu işleri yaptığını” ifade ettiğinizde bu paradigma (Materyalist bakış açısı) sizi “bilim dışılık” ile itham eder, bilimsel manada yapılan diğer çalışmalarınızı görmezden gelir. Bazen bu ithamlar öyle bir noktaya gelir ki, mektep dahi okumamış ateist bir insan, dindar bir akademisyenden daha bilimsel kabul edilir.
Dördüncüsü, "bilim ve din çatışır" fikri tamamen köhnemiş pozitivist bilim felsefesinin tezidir. İslam inancı hiçbir zaman bilime ve bilim adamına ters ve menfi bakmamıştır. Tam aksine bilime ve bilim adamına dailik edip (onu koruyup/destekleyip) teşvik etmiştir. Ama (tahrif edilmiş) Hristiyan teolojisinde skolastik bir anlayış hâkim olduğu için, bilimi ve bilim adamını daima ezmiş ve engellemeye çalışmıştır. Zaten pozitivist felsefe bu dogmacı Hristiyanlığa karşı bir tepki olarak doğmuştur. Hristiyanlık ile İslam dinini aynı kefeye koymak ve sonrada "İslam da bilime menfi bakıyor" demek, tam bir cehalettir.
Yorumlar
Yorum Gönder