ATEİZME İNDİRİLEN BİR DARBEDİR!
Bu yazıyı okumak sadece 15 Dakikanızı Alacaktır...
Materyalizm ve Evrim Teorisi Üzerine - Yazı 3
(TABİAT KANUNLARI MESELESİ)
1. GİRİŞ:
Önceki yazılarımızda karşımızda duran kâinata ve mevcudata bakarak “Neden hiçbir şey yerine, bir şeyler var?” sorusunu sormanın neticesinde bir takım çıkarımlarda bulunmuş, “zorunlu varlık” meselesini açıklamıştık. Şimdi ise, şu kainatta “Neden kaos değil de, tabiat kanunları var?” sorusunun cevabını arıyoruz.
Kâinata baktığımızda, evrenin birçok kanunlarla idare edildiğini görürüz. Çekim kuvvetinin, elektromanyetik kuvvetin, güçlü ve zayıf nükleer kuvvetin, elektron, nötron ve protonun, entropi yasasının varlığı; bu kuvvetlerin birbirleri ile olan ilişkisi ve birbirlerine olan hassas oranları; çeşitli atomların ve elementlerin diğer elementlere olan uygunluğu ve oranı; suyun viskozitesi gibi sayamadığımız onlarca sabitler ve şartlar, içinde bulunduğumuz evrenin ve dünyanın bağlı olduğu kanunlardan bazılarıdır.
Bu kanunlar ve şartlar sıradan şartlar değildir. Canlılık ve evren, olağanüstü hassas değerlere sahip bu kanunlara bağlı olarak varlığını sürdürmektedir. Bu kanunların varlığı ve hassas ayarlara sahip olması bilimsel gelişmelerle ortaya çıkınca, bilim insanlarının dikkatini çekmiş, bu durum “İnsancı İlke (Anthropic Principle)” olarak isimlendirilmiştir. Biz bu yazımızda hassas ayarların incelemesini yapmayıp, sonraki yazımıza bırakacağız. Burada değineceğimiz mesele, “bu kanunların “önemi”, “varlığı” ve “nedeni” konularıdır. Aslında, burada izah edilecek her bir nokta için bir kitap yazılması gerekiyor. Fakat yazıyı çok uzatıp akılları yormamak için en kısa yoldan anlatıldı. Öyle ki, birçok izah ve mesele çıkartıldı, bu kadarı ile yetinildi… Örneğin, çoklu uzaylar kuramı ve sonsuz uzaylara yönelik bilgilendirmeler diğer yazılarımızda ifade edilecektir.
2. İNCELEME:
TABİATTAKİ KANUNLARIN ÖNEMİ:
Evrendeki galaksi, yıldız ve gezegenlerden tutun, ta canlılık için gerekli olan tüm atom altı parçacıklara kadar şu kâinatta işleyen öyle hassas şartlar ve oranlar vardır ki, tüm bu saydığımız sistemler birbirlerine pamuk ipliği ile (inceliğinde) bağlıdır ve birbirine muhtaçtır desek, bırakın abartmayı; işin hassasiyetini azaltmış oluruz. Evren, canlılık ve düzen tabiattaki kanunların varlığı ile mümkün olup, bu hassas kanunların işlemesiyle devam etmektedir. Canlılığın devamının yanında, insanlar ve toplumlar arası ilişkiler dahi bu kanunların mevcudiyetiyle oluşmuştur. Bir meseleyi iyi idrak etmek için, o meselenin zıddı ve yokluğu ile düşünmek gerekir. Biz de öyle yapalım. Fakat yazının bu kısmının çok uzamaması adına sadece gündelik hayatımızdan örnekler verelim.
Evren, düzensiz ve kaotik bir yer olsaydı, insan bebeklikteki şaşkınlığından hiçbir zaman çıkamazdı. Bir gün yediğimiz elma aniden kaya parçasına dönüşseydi, yüksekten atılan eşyaların düşmesi gibi yerde duran eşyalar belirsiz bir şekilde uçsaydı, odada duran su bir anda kaynamaya, eşyalarımız aniden yanmaya başlasaydı, kısacası hiçbir doğa yasasının olmadığı bir evrende yaşasaydık düzensizliğin getirdiği istikrarsızlık sebebiyle; zihin hiçbir olay için akıl yürütemeyecek, ortak değer ve olayların sonucu türeyen“dil” oluşmayacak, toplumsal düzen gerçekleşemeyecek, insan hiçbir şekilde plan yapamayacak, yaşam düzensiz ve idamesi güç bir hal alacak, hatta yaşam imkânsız olacaktı. Bu örnekleri irdeleyerek ve çoğaltarak düşünecek olursak, tabiattaki kanunların gerekliliği ve önemi; bu kanunların, canlılığın idamesi ve bilhassa insanın düzen içerisinde yaşayabilmesi için ne kadar önemli olduğu anlaşılacaktır.
Evet, sormamız gerek soru şu: Kainatta neden kaos değil de, düzeni netice veren tabiat kanunları var? Elbette bu kanunların faili konusunda şüphe yoktur. Fakat önce, “faili” kabul etmeyen düşüncenin savunusuna bakmak lazım gelir ki, hakikat ortaya çıksın. Materyalist biri olarak bu duruma yapacağın açıklama ikidir: Birincisi, maddenin ezelden beridir bu özelliklere sahip olduğu ve kanunların “zorunlu/gerekli (necessity)” olduğu meselesidir. İkincisi, kâinatta işleyen kanunların ve düzenin “tesadüf (chance)” olduğu meselesidir. Bu temelsiz ifadelere yönelik olarak açıklanacak birçok mesele vardır. Biz bir kısmını ifade etmekle yetineceğiz.
BİRİNCİSİ:
Birçok bilim adamı için tabiat yasaları, sorgulanmadan kabul edilen bir varsayımdır. Bu sebeple, materyalist bilim insanları genelde yukarıda ifade edilen “neden kaos değil de, tabiatta kanunlar var?” sorusunu pek sormazlar. Mevcut bilim anlayışı, bu düzen ve bu yasaların belirli bir şekilde işleyip cereyan etmekte olduğunu gözler, tarif eder ve buna bir isim takar. (Çekim kanunu, termodinamik kanunları, hidrodinamik kanunları gibi). Oysa “bir meseleyi tarif etmek, isim takmak o meseleyi açıklamak değildir.” Örneğin, ben evimin önünde duran arabama bakarak mühendis arkadaşıma soruyorum, “Arabanın varlığının sebebi nedir?” O da cevap olarak dese, “Araba, çeşitli sistemlerden oluşur. Motor içerisindeki yakıtın yanması ile ortaya çıkan enerji, hareket enerjisine dönüşür. İçerisinde bulunan çeşitli sitemler bu enerjiyi aracın hareket organlarına aktararak aracın hareket etmesini sağlar.” Bu açıklama, aracın sistemlerine ve çalışma prensibine yönelik bilimsel bir tariftir, fakat bu izah benim sorumun cevabı değildir. İşte bu tarz sorularımıza maruz kalan materyalist bir bilim insanı meselenin en ince ayrıntısına kadar bilimsel izahını yapar, fakat bir noktada durur. Asıl sorumuzun cevabını, yani fail nedeni vermez. Misal, atomun; proton, nötron gibi parçalardan, bu parçaların ise kuark isimli parçacıklardan oluştuğunu, atomun yapısını ve kimyasal süreçlerinden bahseder. Veya birbirlerini iten protonları, güçlü nükleer kuvvetin çekirdekte bir arada tuttuğunu söyler ama bu izah, neden evrenin her köşesindeki maddenin böyle işleyişi belirleyen yasalara uyduğunun ve neden böyle yasaların var olduğunun bir açıklaması değildir. Yani, bilimin bir meseleyi en ince ayrıntısına kadar tarif etmesi, o meseleyi açıklamış olduğu anlamına gelmez. Nitekim materyalist anlayışa sahip bilim insanlarının yaptığı iş budur. Bunları gören ve okuyan bir kısım insanlar ise bu ayrımı yapamadığı için, bu tarz izahlar karşısında bazen vesveseye düşer. Bilinmelidir ki, bilim evreni sadece tarif eder, açıklamaz. Yüzlerce bilim dalından her biri, bu kozmik düzenin bir tezahürünü inceler.
İKİNCİSİ:
Günümüzde bilimsel metot olarak sadece “Metodolojik Natüralizm” kullanılır. Buna göre, doğanın içindeki sebepler dışındaki sebeplerle doğa açıklanamaz; örneğin evreni tasarlayan bir Tasarımcının varlığına gönderme yapmak yasaktır. Bu bilimsel anlayışına sahip bilim insanının durumu şuna benzer, şöyle ki: Çölde, sanatlı mimariye sahip bir saraya giren ilkel bir insan, saraya bakar ve incelemeye başlar. Şaşkınlığı ile beraber, sarayın nasıl var olduğunu merak eder. Fakat çölde ve civarda tasarımcı bir mimarı görmediği ve varlığından haberi olmadığı için sarayın sebebini ve failini sarayın muhteviyatında, içerisinde arar. Sarayın içerisinde, sarayın tasarımı ve yapılışı ile ilgili bir kitap bulur. Kişi, bir tek kitaptaki bilgileri sarayla alakadar gördüğünden, sarayın sebebi ve faili olarak kitabı görür. İşte bunun gibi, örnekteki saraydan çok daha mükemmel ve sanatlı olan şu dünya sarayına gelen materyalist bir insan, şu kâinata bakar ve incelemeye başlar. Kâinatı yapacak bir tasarımcının mevcut olduğunu idrak edemediği için, daire-i mümkinat içerisinde (tabiat içerisinde kalarak) “tabiatı ve işleyen kanunları” görür ve der: “Madem bu eşya bir sebep ister. Hiçbir şeyin bu tabiat ve kanunları gibi münasebeti görünmüyor. Madem kudretli bir Yaratıcıyı kabul etmiyorum, öyleyse en münasibi, ‘bu tabiat ve kanunları bunu yapmış ve yapar diyeceğim” der.
ÜÇÜNCÜSÜ:
Materyalist anlayışa sahip kişiler, gözlemsel bilimin sınırlarından çıkıp felsefi değerlendirmelerin alanına girmez. Evrendeki mevcut varlıklar, süreç ve olayları tarif ederken aklı kullanır. Fakat bu akıl yürütme, varlık, olay ve süreçlerin “nedeni” noktasına geldiğinde orada durur. O noktaya İngilizce veya Latince bir “terim” konulur. Varlık ve olaylara bakarak “çıkarım” yapmayı reddeder. Bunun yerine “varsayım” yapar. Varsayım ise, deneysel olarak kanıtlanmamış, mantıksal bir sonuç çıkarmaya dayanak olarak öne sürülen önerme, yani bir ön kabuldür. Tüm deney, araştırma ve izahlar, bu İngilizce veya Latince terimin ifade ettiği “varsayıma” dayanılarak yapılır. Bu ise hatalı bir hükümdür. Misal, fakir olan bir babanın “zengin olma ihtimali ya da zengin olduğu varsayımına” dayanarak, çocukların ev, araba alması, çeşitli iş sözleşmelerinin altına imza atması ne kadar mantıksızdır bilirsin. Nitekim burada açıklayacağımız tabiat kanunlarının varlığının sebebi olarak ifade ettikleri “zorunluluk (necessity)” ifadesi ile evrenin ve canlılığın nedeni olarak gördükleri “tesadüf (chance)” ifadesi bu türdendir. Bu varsayımlara dayanarak tüm evreni ve tabiat kanunlarını izah etmeye çalışırlar. Bir gökdelen projesi çizerler, inşa etmeye koyulurlar. Binlerce odasının her ayrıntısına kadar çalışırlar fakat temele bakmazlar. Oysa planladıkları ve üzerinde çalışmak istedikleri gökdelenin temeli kâğıttandır. Dolayısıyla hiçbir zaman o gökdelen tamam olmayacaktır.
DÖRDÜNCÜSÜ:
Tabiattaki yasaların dünyanın ve kâinatın her noktasında birlik içinde olmaları, farklı noktaların hepsinde aynı yasaların geçerli olması “tesadüf” iddiasını çürütür. Dünya üzerinde bulunan en akıllı bilim adamlarının bile aklının kavrayamadığı sayıda bulunan “kuark” gibi atom altı parçacıkların hepsinin aynı yasalara itaat ediyor olması elbette tesadüf olamaz. Bu kuralsız, tesadüf düşüncesine göre, kuarkların içlerinden biri yasaya uysa, itaat etse diğeri uymayacak; birkaçı uymasa varlık olmayacak. Önceki yazılarımızda ifade ettiğimiz gibi; tesadüf matematiksel bir terimdir ve bir şeyin tesadüfen gerçekleşip gerçekleşemeyeceği olasılık hesapları ile anlaşılır. Ünlü İngiliz matematikçi -ve Hawking'in yakın çalışma arkadaşı- Roger Penrose, içinde canlıların yaşayabileceği bir ortamın, yani dünyanın ve evrenin bu şekliyle tesadüfen oluşmasının olasılığını 10^10^123 de bir ihtimal olarak bulmuştur. Bu ihtimalin gerçekleşmesini bir kenara bırakalım, bu sayının ifade ettiği değeri yazmak için yeryüzündeki tüm insanlar toplanıp eline birer kalem alsa, aynı anda sıfırlarını yazmaya kalksa, milyarlarca yıl yaşasalar ve evrendeki tüm hammaddeyi yazmak için kullansalar; zaman biterdi, hammadde biterdi fakat bu sayıyı yazmak bitmezdi.
BEŞİNCİSİ:
Tabiattaki kanunların ve süreçlerin işlerliğini, varlığının “zorunlu” olarak böyle olduğunu söylersen biz de deriz ki: Bunun “zorunlu” olduğunu ifade etmekle aslında hiçbir şey söylenmemiş oluyor. Zorunluluk, sadece bir isimlendirmeyle kâinattaki bu olağanüstülüğü örtbas etmekten ibarettir. Bunu zorunlu kılanın ne olduğu ve nasıl farklı ve uzak noktalarda aynı sonucu veren bir zorunluluğun işlediği tatmin edici bir cevaptan çok uzaktır. Zorunluluk olması için, doğa yasalarının kendi kendini var edip, yaşam oluşturacak bir evren için gayesel bir hareket içinde olması gerekirdi ki, bunu mantıklı bulmayız. Ayrıca, bu ifade savunduğun bilimsel anlayışa ters ve zıt bir ifadedir. Çünkü, senin anlayışınla bilim yalnızca gözlem ve deneye dayanır. Madde ötesi terim ve kavramlara yer yoktur. Hiçbir gözlem ve deneye dayanmayan, bilimsel bir ispatı olmayan “madde, evren ve yasalardaki zorunluluk” kavramı, varsayımı da neyin nesi?
ALTINCISI:
“Zorunluluk” meselesine yönelik olarak eğer dersen, “evrendeki bu hassas ayarlar insanın gözlemci etkisi ile açıklanmaktadır”. O zaman deriz ki, bu ifade ve çıkarım “ardılı doğrulama mantık hatası” sonucu öne sürülmüştür. Bu mantık hatasında neden ve sonuç ya da açıklama ile açıklanan yer değiştirir. Misal, “eğer yağmur yağmışsa sokaklar ıslaktır” önermesi ortaya konur, sonra ise “sokaklar ıslak” önermesinden “yağmur yağmış” sonucu çıkarılır. Örnekteki ilk iki önerme doğru olsa bile bu, sonucun doğruluğunu göstermez. Sokaklar belediye tarafından yıkandığı için veya boru patladığı için de ıslak olabilir. İşte bu ardılı doğrulama mantık hatasıdır. Yağmurun yağması, sokakların ıslak olmasının nedeni ya da açıklaması iken, bu mantık hatasını işleyen kişi, sanki sokakların ıslak olması da yağmurun nedeni ya da açıklamasıymış gibi düşünerek bu mantık hatasını işler. Evet, evrenin yaşama elverişli olması, yaşamın var olmasının nedeni ve açıklamasıdır. Ancak evrende yaşamın olmasından, “evrenin yaşama uygun olmak zorunda olduğunu” ileri sürenler de, neden ile sonucu, açıklama ile açıklananı birbirine karıştırmakta, dolayısıyla ardılı doğrulama mantık hatasını işlemektedirler.
YEDİNCİSİ:
İfade edilen yasalar ve hassas değerler “ezelden beri maddeye içkin olarak mevcuttur. Yani, maddenin kendinden kaynaklanmaktadır” dersen, biz de cevap olarak deriz ki: Maddenin ezelden beri var olamayacağını önceki yazılarımızda felsefi ve bilimsel argümanlarla ispat etmiştik, bu kısmını oraya bırakıyoruz. Burada belirteceğimiz husus; yasalar, hassas değerler ve maddenin özellikleri maddenin kendinden olamayacağı meselesidir. Çünkü, birbirine muhtaç ve bağımlı unsurların oluşturduğu bir sistemde, elde edilen ve gözlenen neticelere, sebep-sonuç ilişkilerine bakılarak, unsurların ve maddenin özelliklerinin kendinden ve ezelden beridir mevcut olduğu sonucu ortaya çıkarılmaz. Bilakis, unsurların özelliklerinin, sonradan, kanunla, bir irade tarafından verildiği sonucu ortaya çıkar. Misal, ateşin pamukla temasında onu yaktığını görür ve buradan “ateşi” yanmanın yegâne sebebi kabul eder, bu “yakma” özelliğinin ateşin kendinden kaynaklandığını kabul ederiz. Ateş ise, oluşma yönünden madde (oksijen, karbon dioksit, karbon monoksit, su buharı gibi birçok gazdan oluşur); görünüş yönünden enerjidir. Bunun yanında, yanmanın oluşacağı yerde oksijen miktarının belli bir seviyede bulunması, bunun için de atmosferde belli miktarda oksijenin mevcut olması, daha önemlisi yer çekimi kuvvetinin, enerjinin ve evrenin şu andaki konumunu sağlayan bütün şartların gerçekleşmesi gerekir. Demek, yanma hadisesinin kaynağı ve sebebi ateşin özelliği değil, bütün bir kâinatın şu andaki konumudur. Canlılığın faydası gözetilerek bir “yanma-yakma işlemi” için bu kadar unsurun ve kanunun eş zamanlı ve uyumlu çalışması maddenin kendinden değil, “faydayı düşünen ve bilen bir irade sahibinden” kaynaklandığını gösterir.
SEKİZİNCİSİ:
Kanunlar, bir irade tarafından, belli amaçlar güdülerek, düzensiz unsurları düzenli bir sisteme dönüştürmek amacıyla ortaya konulan kurallardır. Kanunların varlığı “düzeni” ifade eder. Düzen olan bir yerde işleyen bir sistem vardır. Kanunların varlığından bahsedilen bir yerde üç unsur ön plana çıkar; fayda gözeten bir “amaç unsuru”; amacın gerçekleşmesini sağlayan “sistem/düzen unsuru”; bu sistem ve düzeni kurmak isteyen bir “irade unsuru”. Örneğin, bir ülkede halkın rahat yaşayabilmesi, hayatlarını sürdürebilmeleri, karışıklıkların ve anarşinin önlenmesi amacıyla düzenli işleyen kanunlar mevcuttur. Bu kanunlar ise, halkın faydasını gözeten “kanun koyucu bir irade (meclis)” tarafından çıkarılır ve devletin kurumlarında görevli olan memurlar tarafından uygulanır. Kanunların olmadığı veya uygulanmasının aksaması gibi durumlarda, kurulmuş olan sistem ve düzen kaosa dönüşür. Kanunu koymanın yanında, kanunun işleyişini kontrol etmek de önem taşır. Kanunların devamlı olarak iradenin gücü ve kudreti altında olması, sistem ve düzenin istikrarı için önem arz eder. İşte tabiat kanunlarının varlığı da bunun gibidir. Evet, madem tabiat kanunları vardır ve bu kanunlar canlılığın ve bilhassa insanın yaşamını düzen içerisinde sürdürebilmesi gibi yüzlerce amaca hizmet eder, o zaman ifade edilen tabiat kanunları; canlılığı, insanı ve evrenle olan ilişkisini bilen, fayda gözeten, kanun koyucu bir iradeyi iktiza eder(gerektirir). Bunun yanında, canlılığın düzen içerisinde sürdürülebilmesi için gereken kanunların hassas bir ölçüde düzenlenmesi ise, kanun koyucu iradenin kudretinin olağanüstülüğünü gösterir.
DOKUZUNCUSU:
Evrendeki yasaların ve hassas değerlerin varlığını izah etmek için “zorunluluk” kavramını kullansak dahi, bunun en iyi açıklaması, yine bu “zorunluluğun”, “bilinçli bir şekilde tasarlanmış” olması gerektiği olur. Şöyle ki: Kanun ve zorunluluk birbirini tamamlayan kavramlardır. Ortada kanun varsa, kanunun muhatabı, o kanuna uymak “zorundadır”. Evet, canlılığın oluşması ve faydası için tabiat kanunları da zorunludur. Kanunları uygulayan ise maddedir, varlıklardır. Canlılığın varlığı ve idamesi için “madde” kanunlara uymak ve itaat etmek “zorundadır.” Fakat, “zorunluluğun kaynağı” kanunun kendisi değil, kanun koyucu iradedir. Yani memur; kanun koyucu iradenin koyduğu kanuna uymak “zorundadır.” Demek, “zorunluluk” itaat ettirici “fail ve irade” değil, iradenin kanunu uygulatıcı bir etkenidir. Evet, bu madde ile birlikte sekizinci maddeyi derinlemesine okuyan bir insan: Allah’ın, canlıların faydasını gözeten kanun koyucu bir irade olduğunu; madde ve atomların ise amaca hizmet eden bu kanunların muhatabı ve uygulayıcısı olduğunu; her an bu kanunlara mutlak suretle uyup vazifesini eksiksiz yerine getirmesiyle de Allah’ın itaatkâr memurları olduğunu aklen ve kalben anlar, kabul eder.
ONUNCUSU:
Kâinatta işleyen yasaların varlığının hikmetlerinden biri şudur ki: İnsanın, iradesiyle iyi ile kötü arasında tercih yapabileceği bir ortamda imtihan olması elzem bir durumdur. İnsanın iradesinden sorumlu tutulabilmesi için, imtihan meydanının şartlarının uygun olması, sebep-sonuç ilişkisinin tutarlı olması lazım gelir. İnsan, ancak ve ancak tabiattaki yasaların olduğu bir ortamda eylemlerinin sonucunu anlayabilir; böylelikle eylemlerin sonucunu anlayabildiği noktada o eylemlerden sorumlu tutulabilir. Misal, bir şehirde uçurumdan aşağı itilen bir adam yukarı uçsa, ya da yere düştüğünde organları daha sağlamlaşsa; başka bir şehirde ise aşağı atılan kişi ölse yani tabiattaki kanun birlik içerisinde işlemese, böyle bir ortamda insan, iradesinden sorumlu tutulamaz. Evet, nasıl ki bir spor müsabakasında bir kısım atletlerin karlı ortamda koşu dereceleri alınsa, baharda yarışan atletlerle kıyaslansa netice tartışmalı olur. Aynen öyle de, insanların da farklı tabiat yasalarının hüküm sürdüğü ortamlardaki davranış ve eylemlerinin neticelerinden hesaba çekilmesi tartışmalı olur.
ON BİRİNCİSİ:
Evet, görüyoruz ki, evrendeki tüm unsurlar, atomlar ve atom altı parçacıklar aynı yasalara uyuyorlar. Tabiattaki yasalarda gözlemlenen bu özellik sayesinde bilimin en önemli meselesi olan “öngörüde bulunmak” hadisesi gerçekleşebilmektedir. Madde ve unsurlar bu yasalara itaat etmese, yani kâinatta materyalistlerin ifade ettiği gibi kör tesadüfler ve maddenin kendisi fail olsa, bugün bilim denen olgu dahi olmayacak.
ON İKİNCİSİ:
Oxford’lu filozof Richard Swinburne’ün dikkat çektiği bir mesele vardır. Bir arkeolojik alanda bulunan bütün madeni paralar aynı işaretlere sahip olsa veya bir odadaki bütün belgeler aynı el yazısı ile yazılmış olsa, bu durumu izah etmek için ortak bir kaynağı gösterecek açıklamayı ararız. (Richard Swinburne, Tanrı Var mı?, Arasta Yayınları, s.44). Tabiattaki yasaların, dünyanın ve kâinatın her noktasında birlik içinde olmaları; farklı noktaların hepsinde aynı yasaların geçerli olması; madde ve unsurların bu yasalara itaat etmesi: Allah'ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) bir tek olduğunu; eşi, ortağı (şeriki) ve yardımcısının olmadığını, yani “Vahdaniyeti” ifade eder. Kâinat, dünya, tabiat ve canlılardaki düzenin olağanüstü hassas ölçülerde ve girift (iç içe) olması bize şu neticeyi verir: “Hadsiz bir kudret ve kuşatıcı bir ilim ve nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka kimin haddi var ki, o hadsiz derecede harika olan şu idareye karışsın? Çünkü, şu birbiri içinde girift olan envaları (türleri, unsurları), milletleri, umumunu(bütününü) birden idare ve terbiye edemeyen, onlardan birisine karışsa, elbette karıştıracak…” (Sözler, Üçüncü Pencere). İşte şu neticeyi okuyan ve anlayan bir insan; “Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle göklerin ve yerin düzeni bozulurdu. (Enbiya-21)” ayetinin manasını kalbinde hisseder; Hristiyanlık dini gibi çok tanrılı dinlerin de bu kâinatı ifade edemeyeceğini anlar…
3. SONUÇ:
Yasaların nedenine yönelik tarif ve izahların hükümsüzlüğü, mevcut bilim anlayışının varsayımlara dayalı olup, aklı görünen âlemle sınırlaması; aklın doğasının gereği olan “çıkarımı”, varlıkların faili noktasında yasaklaması; mevcut düzenin tesadüfen oluşmasının aklen ve matematiksel olarak imkansızlığı; “zorunluluk” ifadesinin bilimsel bir ispatının olmaması, sadece terimsel bir isimlendirme ve varsayımdan ibaret olması; “zorunluluk” kavramı izah edilirken öne sürülen “insanın gözlemci etkisi” meselesinin mantıksal bir hatadan kaynaklanması ve tabiat kanunlarındaki “zorunluluk” kabul edilse dahi, “zorunluluğun kaynağı” kanunun kendisi değil, kanun koyucunun iradesi olması; maddenin ezelden beri var olmasının imkansızlığı ve özelliklerinin kendine içkin (kendinden, özgü) olamayacağı; kanundan bahsedilen bir düzen içerisinde, fayda gözeten, kanun koyucu bir iradenin var olması gerekliliği ve kanunların kendiliğinden oluşamayacağı hakikati; dünyada işleyen kanunların, imtihanın muhatabı olan insanlar için uygun şartları sağlıyor olmasının gösterdiği “imtihan meydanının tasarlanmış olduğu” hakikati; yasaların tüm kainatta aynı şekilde hüküm sürmesi ve tüm unsur, madde ve atomların kanunlara olan mutlak itaatinin gösterdiği “vahdaniyet ve kudret” hakikatlerinin analizi sonucunda elde edilen netice şudur ki:
Tüm kâinatta cereyan eden tüm kanunların faili: Azameti ve kudreti bilmüşahede görünen, fayda gözeterek kâinatta işleyen kanunları koyan, işleten ve uygulatan; atomlardan, yıldızlara kadar, kâinattaki o nihayetsiz küçük ve büyük kütleleri emir ve kanunlarına mutlak itaat ettirip, boyun eğdiren; mutlak ilim, irade ve kudret sahibi Allah’tır. İşte, ey nefsim! Bak ve gör! Allah’ın kanunları, tabiat kanunları olmuş…
"Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize O verdi. Bütün yıldızlar da O'nun emrine boyun eğmişlerdir. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır. (Nahl,12)"
"O, geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve ayı emrine âmâde kılmıştır. Her biri mukadder bir süreye kadar akıp gidiyor. İşte bu gördüklerinizi yapan Allah sizin Rabbinizdir. Mülk (hükümranlık) O'nundur. O'ndan başka taptıklarınız ise, bir çekirdek zarını bile idare edemezler. (Fatır Suresi, 13)"
Bu yazıyı okumak sadece 15 Dakikanızı Alacaktır...
Materyalizm ve Evrim Teorisi Üzerine - Yazı 3
(TABİAT KANUNLARI MESELESİ)
1. GİRİŞ:
Önceki yazılarımızda karşımızda duran kâinata ve mevcudata bakarak “Neden hiçbir şey yerine, bir şeyler var?” sorusunu sormanın neticesinde bir takım çıkarımlarda bulunmuş, “zorunlu varlık” meselesini açıklamıştık. Şimdi ise, şu kainatta “Neden kaos değil de, tabiat kanunları var?” sorusunun cevabını arıyoruz.
Kâinata baktığımızda, evrenin birçok kanunlarla idare edildiğini görürüz. Çekim kuvvetinin, elektromanyetik kuvvetin, güçlü ve zayıf nükleer kuvvetin, elektron, nötron ve protonun, entropi yasasının varlığı; bu kuvvetlerin birbirleri ile olan ilişkisi ve birbirlerine olan hassas oranları; çeşitli atomların ve elementlerin diğer elementlere olan uygunluğu ve oranı; suyun viskozitesi gibi sayamadığımız onlarca sabitler ve şartlar, içinde bulunduğumuz evrenin ve dünyanın bağlı olduğu kanunlardan bazılarıdır.
Bu kanunlar ve şartlar sıradan şartlar değildir. Canlılık ve evren, olağanüstü hassas değerlere sahip bu kanunlara bağlı olarak varlığını sürdürmektedir. Bu kanunların varlığı ve hassas ayarlara sahip olması bilimsel gelişmelerle ortaya çıkınca, bilim insanlarının dikkatini çekmiş, bu durum “İnsancı İlke (Anthropic Principle)” olarak isimlendirilmiştir. Biz bu yazımızda hassas ayarların incelemesini yapmayıp, sonraki yazımıza bırakacağız. Burada değineceğimiz mesele, “bu kanunların “önemi”, “varlığı” ve “nedeni” konularıdır. Aslında, burada izah edilecek her bir nokta için bir kitap yazılması gerekiyor. Fakat yazıyı çok uzatıp akılları yormamak için en kısa yoldan anlatıldı. Öyle ki, birçok izah ve mesele çıkartıldı, bu kadarı ile yetinildi… Örneğin, çoklu uzaylar kuramı ve sonsuz uzaylara yönelik bilgilendirmeler diğer yazılarımızda ifade edilecektir.
2. İNCELEME:
TABİATTAKİ KANUNLARIN ÖNEMİ:
Evrendeki galaksi, yıldız ve gezegenlerden tutun, ta canlılık için gerekli olan tüm atom altı parçacıklara kadar şu kâinatta işleyen öyle hassas şartlar ve oranlar vardır ki, tüm bu saydığımız sistemler birbirlerine pamuk ipliği ile (inceliğinde) bağlıdır ve birbirine muhtaçtır desek, bırakın abartmayı; işin hassasiyetini azaltmış oluruz. Evren, canlılık ve düzen tabiattaki kanunların varlığı ile mümkün olup, bu hassas kanunların işlemesiyle devam etmektedir. Canlılığın devamının yanında, insanlar ve toplumlar arası ilişkiler dahi bu kanunların mevcudiyetiyle oluşmuştur. Bir meseleyi iyi idrak etmek için, o meselenin zıddı ve yokluğu ile düşünmek gerekir. Biz de öyle yapalım. Fakat yazının bu kısmının çok uzamaması adına sadece gündelik hayatımızdan örnekler verelim.
Evren, düzensiz ve kaotik bir yer olsaydı, insan bebeklikteki şaşkınlığından hiçbir zaman çıkamazdı. Bir gün yediğimiz elma aniden kaya parçasına dönüşseydi, yüksekten atılan eşyaların düşmesi gibi yerde duran eşyalar belirsiz bir şekilde uçsaydı, odada duran su bir anda kaynamaya, eşyalarımız aniden yanmaya başlasaydı, kısacası hiçbir doğa yasasının olmadığı bir evrende yaşasaydık düzensizliğin getirdiği istikrarsızlık sebebiyle; zihin hiçbir olay için akıl yürütemeyecek, ortak değer ve olayların sonucu türeyen“dil” oluşmayacak, toplumsal düzen gerçekleşemeyecek, insan hiçbir şekilde plan yapamayacak, yaşam düzensiz ve idamesi güç bir hal alacak, hatta yaşam imkânsız olacaktı. Bu örnekleri irdeleyerek ve çoğaltarak düşünecek olursak, tabiattaki kanunların gerekliliği ve önemi; bu kanunların, canlılığın idamesi ve bilhassa insanın düzen içerisinde yaşayabilmesi için ne kadar önemli olduğu anlaşılacaktır.
Evet, sormamız gerek soru şu: Kainatta neden kaos değil de, düzeni netice veren tabiat kanunları var? Elbette bu kanunların faili konusunda şüphe yoktur. Fakat önce, “faili” kabul etmeyen düşüncenin savunusuna bakmak lazım gelir ki, hakikat ortaya çıksın. Materyalist biri olarak bu duruma yapacağın açıklama ikidir: Birincisi, maddenin ezelden beridir bu özelliklere sahip olduğu ve kanunların “zorunlu/gerekli (necessity)” olduğu meselesidir. İkincisi, kâinatta işleyen kanunların ve düzenin “tesadüf (chance)” olduğu meselesidir. Bu temelsiz ifadelere yönelik olarak açıklanacak birçok mesele vardır. Biz bir kısmını ifade etmekle yetineceğiz.
BİRİNCİSİ:
Birçok bilim adamı için tabiat yasaları, sorgulanmadan kabul edilen bir varsayımdır. Bu sebeple, materyalist bilim insanları genelde yukarıda ifade edilen “neden kaos değil de, tabiatta kanunlar var?” sorusunu pek sormazlar. Mevcut bilim anlayışı, bu düzen ve bu yasaların belirli bir şekilde işleyip cereyan etmekte olduğunu gözler, tarif eder ve buna bir isim takar. (Çekim kanunu, termodinamik kanunları, hidrodinamik kanunları gibi). Oysa “bir meseleyi tarif etmek, isim takmak o meseleyi açıklamak değildir.” Örneğin, ben evimin önünde duran arabama bakarak mühendis arkadaşıma soruyorum, “Arabanın varlığının sebebi nedir?” O da cevap olarak dese, “Araba, çeşitli sistemlerden oluşur. Motor içerisindeki yakıtın yanması ile ortaya çıkan enerji, hareket enerjisine dönüşür. İçerisinde bulunan çeşitli sitemler bu enerjiyi aracın hareket organlarına aktararak aracın hareket etmesini sağlar.” Bu açıklama, aracın sistemlerine ve çalışma prensibine yönelik bilimsel bir tariftir, fakat bu izah benim sorumun cevabı değildir. İşte bu tarz sorularımıza maruz kalan materyalist bir bilim insanı meselenin en ince ayrıntısına kadar bilimsel izahını yapar, fakat bir noktada durur. Asıl sorumuzun cevabını, yani fail nedeni vermez. Misal, atomun; proton, nötron gibi parçalardan, bu parçaların ise kuark isimli parçacıklardan oluştuğunu, atomun yapısını ve kimyasal süreçlerinden bahseder. Veya birbirlerini iten protonları, güçlü nükleer kuvvetin çekirdekte bir arada tuttuğunu söyler ama bu izah, neden evrenin her köşesindeki maddenin böyle işleyişi belirleyen yasalara uyduğunun ve neden böyle yasaların var olduğunun bir açıklaması değildir. Yani, bilimin bir meseleyi en ince ayrıntısına kadar tarif etmesi, o meseleyi açıklamış olduğu anlamına gelmez. Nitekim materyalist anlayışa sahip bilim insanlarının yaptığı iş budur. Bunları gören ve okuyan bir kısım insanlar ise bu ayrımı yapamadığı için, bu tarz izahlar karşısında bazen vesveseye düşer. Bilinmelidir ki, bilim evreni sadece tarif eder, açıklamaz. Yüzlerce bilim dalından her biri, bu kozmik düzenin bir tezahürünü inceler.
İKİNCİSİ:
Günümüzde bilimsel metot olarak sadece “Metodolojik Natüralizm” kullanılır. Buna göre, doğanın içindeki sebepler dışındaki sebeplerle doğa açıklanamaz; örneğin evreni tasarlayan bir Tasarımcının varlığına gönderme yapmak yasaktır. Bu bilimsel anlayışına sahip bilim insanının durumu şuna benzer, şöyle ki: Çölde, sanatlı mimariye sahip bir saraya giren ilkel bir insan, saraya bakar ve incelemeye başlar. Şaşkınlığı ile beraber, sarayın nasıl var olduğunu merak eder. Fakat çölde ve civarda tasarımcı bir mimarı görmediği ve varlığından haberi olmadığı için sarayın sebebini ve failini sarayın muhteviyatında, içerisinde arar. Sarayın içerisinde, sarayın tasarımı ve yapılışı ile ilgili bir kitap bulur. Kişi, bir tek kitaptaki bilgileri sarayla alakadar gördüğünden, sarayın sebebi ve faili olarak kitabı görür. İşte bunun gibi, örnekteki saraydan çok daha mükemmel ve sanatlı olan şu dünya sarayına gelen materyalist bir insan, şu kâinata bakar ve incelemeye başlar. Kâinatı yapacak bir tasarımcının mevcut olduğunu idrak edemediği için, daire-i mümkinat içerisinde (tabiat içerisinde kalarak) “tabiatı ve işleyen kanunları” görür ve der: “Madem bu eşya bir sebep ister. Hiçbir şeyin bu tabiat ve kanunları gibi münasebeti görünmüyor. Madem kudretli bir Yaratıcıyı kabul etmiyorum, öyleyse en münasibi, ‘bu tabiat ve kanunları bunu yapmış ve yapar diyeceğim” der.
ÜÇÜNCÜSÜ:
Materyalist anlayışa sahip kişiler, gözlemsel bilimin sınırlarından çıkıp felsefi değerlendirmelerin alanına girmez. Evrendeki mevcut varlıklar, süreç ve olayları tarif ederken aklı kullanır. Fakat bu akıl yürütme, varlık, olay ve süreçlerin “nedeni” noktasına geldiğinde orada durur. O noktaya İngilizce veya Latince bir “terim” konulur. Varlık ve olaylara bakarak “çıkarım” yapmayı reddeder. Bunun yerine “varsayım” yapar. Varsayım ise, deneysel olarak kanıtlanmamış, mantıksal bir sonuç çıkarmaya dayanak olarak öne sürülen önerme, yani bir ön kabuldür. Tüm deney, araştırma ve izahlar, bu İngilizce veya Latince terimin ifade ettiği “varsayıma” dayanılarak yapılır. Bu ise hatalı bir hükümdür. Misal, fakir olan bir babanın “zengin olma ihtimali ya da zengin olduğu varsayımına” dayanarak, çocukların ev, araba alması, çeşitli iş sözleşmelerinin altına imza atması ne kadar mantıksızdır bilirsin. Nitekim burada açıklayacağımız tabiat kanunlarının varlığının sebebi olarak ifade ettikleri “zorunluluk (necessity)” ifadesi ile evrenin ve canlılığın nedeni olarak gördükleri “tesadüf (chance)” ifadesi bu türdendir. Bu varsayımlara dayanarak tüm evreni ve tabiat kanunlarını izah etmeye çalışırlar. Bir gökdelen projesi çizerler, inşa etmeye koyulurlar. Binlerce odasının her ayrıntısına kadar çalışırlar fakat temele bakmazlar. Oysa planladıkları ve üzerinde çalışmak istedikleri gökdelenin temeli kâğıttandır. Dolayısıyla hiçbir zaman o gökdelen tamam olmayacaktır.
DÖRDÜNCÜSÜ:
Tabiattaki yasaların dünyanın ve kâinatın her noktasında birlik içinde olmaları, farklı noktaların hepsinde aynı yasaların geçerli olması “tesadüf” iddiasını çürütür. Dünya üzerinde bulunan en akıllı bilim adamlarının bile aklının kavrayamadığı sayıda bulunan “kuark” gibi atom altı parçacıkların hepsinin aynı yasalara itaat ediyor olması elbette tesadüf olamaz. Bu kuralsız, tesadüf düşüncesine göre, kuarkların içlerinden biri yasaya uysa, itaat etse diğeri uymayacak; birkaçı uymasa varlık olmayacak. Önceki yazılarımızda ifade ettiğimiz gibi; tesadüf matematiksel bir terimdir ve bir şeyin tesadüfen gerçekleşip gerçekleşemeyeceği olasılık hesapları ile anlaşılır. Ünlü İngiliz matematikçi -ve Hawking'in yakın çalışma arkadaşı- Roger Penrose, içinde canlıların yaşayabileceği bir ortamın, yani dünyanın ve evrenin bu şekliyle tesadüfen oluşmasının olasılığını 10^10^123 de bir ihtimal olarak bulmuştur. Bu ihtimalin gerçekleşmesini bir kenara bırakalım, bu sayının ifade ettiği değeri yazmak için yeryüzündeki tüm insanlar toplanıp eline birer kalem alsa, aynı anda sıfırlarını yazmaya kalksa, milyarlarca yıl yaşasalar ve evrendeki tüm hammaddeyi yazmak için kullansalar; zaman biterdi, hammadde biterdi fakat bu sayıyı yazmak bitmezdi.
BEŞİNCİSİ:
Tabiattaki kanunların ve süreçlerin işlerliğini, varlığının “zorunlu” olarak böyle olduğunu söylersen biz de deriz ki: Bunun “zorunlu” olduğunu ifade etmekle aslında hiçbir şey söylenmemiş oluyor. Zorunluluk, sadece bir isimlendirmeyle kâinattaki bu olağanüstülüğü örtbas etmekten ibarettir. Bunu zorunlu kılanın ne olduğu ve nasıl farklı ve uzak noktalarda aynı sonucu veren bir zorunluluğun işlediği tatmin edici bir cevaptan çok uzaktır. Zorunluluk olması için, doğa yasalarının kendi kendini var edip, yaşam oluşturacak bir evren için gayesel bir hareket içinde olması gerekirdi ki, bunu mantıklı bulmayız. Ayrıca, bu ifade savunduğun bilimsel anlayışa ters ve zıt bir ifadedir. Çünkü, senin anlayışınla bilim yalnızca gözlem ve deneye dayanır. Madde ötesi terim ve kavramlara yer yoktur. Hiçbir gözlem ve deneye dayanmayan, bilimsel bir ispatı olmayan “madde, evren ve yasalardaki zorunluluk” kavramı, varsayımı da neyin nesi?
ALTINCISI:
“Zorunluluk” meselesine yönelik olarak eğer dersen, “evrendeki bu hassas ayarlar insanın gözlemci etkisi ile açıklanmaktadır”. O zaman deriz ki, bu ifade ve çıkarım “ardılı doğrulama mantık hatası” sonucu öne sürülmüştür. Bu mantık hatasında neden ve sonuç ya da açıklama ile açıklanan yer değiştirir. Misal, “eğer yağmur yağmışsa sokaklar ıslaktır” önermesi ortaya konur, sonra ise “sokaklar ıslak” önermesinden “yağmur yağmış” sonucu çıkarılır. Örnekteki ilk iki önerme doğru olsa bile bu, sonucun doğruluğunu göstermez. Sokaklar belediye tarafından yıkandığı için veya boru patladığı için de ıslak olabilir. İşte bu ardılı doğrulama mantık hatasıdır. Yağmurun yağması, sokakların ıslak olmasının nedeni ya da açıklaması iken, bu mantık hatasını işleyen kişi, sanki sokakların ıslak olması da yağmurun nedeni ya da açıklamasıymış gibi düşünerek bu mantık hatasını işler. Evet, evrenin yaşama elverişli olması, yaşamın var olmasının nedeni ve açıklamasıdır. Ancak evrende yaşamın olmasından, “evrenin yaşama uygun olmak zorunda olduğunu” ileri sürenler de, neden ile sonucu, açıklama ile açıklananı birbirine karıştırmakta, dolayısıyla ardılı doğrulama mantık hatasını işlemektedirler.
YEDİNCİSİ:
İfade edilen yasalar ve hassas değerler “ezelden beri maddeye içkin olarak mevcuttur. Yani, maddenin kendinden kaynaklanmaktadır” dersen, biz de cevap olarak deriz ki: Maddenin ezelden beri var olamayacağını önceki yazılarımızda felsefi ve bilimsel argümanlarla ispat etmiştik, bu kısmını oraya bırakıyoruz. Burada belirteceğimiz husus; yasalar, hassas değerler ve maddenin özellikleri maddenin kendinden olamayacağı meselesidir. Çünkü, birbirine muhtaç ve bağımlı unsurların oluşturduğu bir sistemde, elde edilen ve gözlenen neticelere, sebep-sonuç ilişkilerine bakılarak, unsurların ve maddenin özelliklerinin kendinden ve ezelden beridir mevcut olduğu sonucu ortaya çıkarılmaz. Bilakis, unsurların özelliklerinin, sonradan, kanunla, bir irade tarafından verildiği sonucu ortaya çıkar. Misal, ateşin pamukla temasında onu yaktığını görür ve buradan “ateşi” yanmanın yegâne sebebi kabul eder, bu “yakma” özelliğinin ateşin kendinden kaynaklandığını kabul ederiz. Ateş ise, oluşma yönünden madde (oksijen, karbon dioksit, karbon monoksit, su buharı gibi birçok gazdan oluşur); görünüş yönünden enerjidir. Bunun yanında, yanmanın oluşacağı yerde oksijen miktarının belli bir seviyede bulunması, bunun için de atmosferde belli miktarda oksijenin mevcut olması, daha önemlisi yer çekimi kuvvetinin, enerjinin ve evrenin şu andaki konumunu sağlayan bütün şartların gerçekleşmesi gerekir. Demek, yanma hadisesinin kaynağı ve sebebi ateşin özelliği değil, bütün bir kâinatın şu andaki konumudur. Canlılığın faydası gözetilerek bir “yanma-yakma işlemi” için bu kadar unsurun ve kanunun eş zamanlı ve uyumlu çalışması maddenin kendinden değil, “faydayı düşünen ve bilen bir irade sahibinden” kaynaklandığını gösterir.
SEKİZİNCİSİ:
Kanunlar, bir irade tarafından, belli amaçlar güdülerek, düzensiz unsurları düzenli bir sisteme dönüştürmek amacıyla ortaya konulan kurallardır. Kanunların varlığı “düzeni” ifade eder. Düzen olan bir yerde işleyen bir sistem vardır. Kanunların varlığından bahsedilen bir yerde üç unsur ön plana çıkar; fayda gözeten bir “amaç unsuru”; amacın gerçekleşmesini sağlayan “sistem/düzen unsuru”; bu sistem ve düzeni kurmak isteyen bir “irade unsuru”. Örneğin, bir ülkede halkın rahat yaşayabilmesi, hayatlarını sürdürebilmeleri, karışıklıkların ve anarşinin önlenmesi amacıyla düzenli işleyen kanunlar mevcuttur. Bu kanunlar ise, halkın faydasını gözeten “kanun koyucu bir irade (meclis)” tarafından çıkarılır ve devletin kurumlarında görevli olan memurlar tarafından uygulanır. Kanunların olmadığı veya uygulanmasının aksaması gibi durumlarda, kurulmuş olan sistem ve düzen kaosa dönüşür. Kanunu koymanın yanında, kanunun işleyişini kontrol etmek de önem taşır. Kanunların devamlı olarak iradenin gücü ve kudreti altında olması, sistem ve düzenin istikrarı için önem arz eder. İşte tabiat kanunlarının varlığı da bunun gibidir. Evet, madem tabiat kanunları vardır ve bu kanunlar canlılığın ve bilhassa insanın yaşamını düzen içerisinde sürdürebilmesi gibi yüzlerce amaca hizmet eder, o zaman ifade edilen tabiat kanunları; canlılığı, insanı ve evrenle olan ilişkisini bilen, fayda gözeten, kanun koyucu bir iradeyi iktiza eder(gerektirir). Bunun yanında, canlılığın düzen içerisinde sürdürülebilmesi için gereken kanunların hassas bir ölçüde düzenlenmesi ise, kanun koyucu iradenin kudretinin olağanüstülüğünü gösterir.
DOKUZUNCUSU:
Evrendeki yasaların ve hassas değerlerin varlığını izah etmek için “zorunluluk” kavramını kullansak dahi, bunun en iyi açıklaması, yine bu “zorunluluğun”, “bilinçli bir şekilde tasarlanmış” olması gerektiği olur. Şöyle ki: Kanun ve zorunluluk birbirini tamamlayan kavramlardır. Ortada kanun varsa, kanunun muhatabı, o kanuna uymak “zorundadır”. Evet, canlılığın oluşması ve faydası için tabiat kanunları da zorunludur. Kanunları uygulayan ise maddedir, varlıklardır. Canlılığın varlığı ve idamesi için “madde” kanunlara uymak ve itaat etmek “zorundadır.” Fakat, “zorunluluğun kaynağı” kanunun kendisi değil, kanun koyucu iradedir. Yani memur; kanun koyucu iradenin koyduğu kanuna uymak “zorundadır.” Demek, “zorunluluk” itaat ettirici “fail ve irade” değil, iradenin kanunu uygulatıcı bir etkenidir. Evet, bu madde ile birlikte sekizinci maddeyi derinlemesine okuyan bir insan: Allah’ın, canlıların faydasını gözeten kanun koyucu bir irade olduğunu; madde ve atomların ise amaca hizmet eden bu kanunların muhatabı ve uygulayıcısı olduğunu; her an bu kanunlara mutlak suretle uyup vazifesini eksiksiz yerine getirmesiyle de Allah’ın itaatkâr memurları olduğunu aklen ve kalben anlar, kabul eder.
ONUNCUSU:
Kâinatta işleyen yasaların varlığının hikmetlerinden biri şudur ki: İnsanın, iradesiyle iyi ile kötü arasında tercih yapabileceği bir ortamda imtihan olması elzem bir durumdur. İnsanın iradesinden sorumlu tutulabilmesi için, imtihan meydanının şartlarının uygun olması, sebep-sonuç ilişkisinin tutarlı olması lazım gelir. İnsan, ancak ve ancak tabiattaki yasaların olduğu bir ortamda eylemlerinin sonucunu anlayabilir; böylelikle eylemlerin sonucunu anlayabildiği noktada o eylemlerden sorumlu tutulabilir. Misal, bir şehirde uçurumdan aşağı itilen bir adam yukarı uçsa, ya da yere düştüğünde organları daha sağlamlaşsa; başka bir şehirde ise aşağı atılan kişi ölse yani tabiattaki kanun birlik içerisinde işlemese, böyle bir ortamda insan, iradesinden sorumlu tutulamaz. Evet, nasıl ki bir spor müsabakasında bir kısım atletlerin karlı ortamda koşu dereceleri alınsa, baharda yarışan atletlerle kıyaslansa netice tartışmalı olur. Aynen öyle de, insanların da farklı tabiat yasalarının hüküm sürdüğü ortamlardaki davranış ve eylemlerinin neticelerinden hesaba çekilmesi tartışmalı olur.
ON BİRİNCİSİ:
Evet, görüyoruz ki, evrendeki tüm unsurlar, atomlar ve atom altı parçacıklar aynı yasalara uyuyorlar. Tabiattaki yasalarda gözlemlenen bu özellik sayesinde bilimin en önemli meselesi olan “öngörüde bulunmak” hadisesi gerçekleşebilmektedir. Madde ve unsurlar bu yasalara itaat etmese, yani kâinatta materyalistlerin ifade ettiği gibi kör tesadüfler ve maddenin kendisi fail olsa, bugün bilim denen olgu dahi olmayacak.
ON İKİNCİSİ:
Oxford’lu filozof Richard Swinburne’ün dikkat çektiği bir mesele vardır. Bir arkeolojik alanda bulunan bütün madeni paralar aynı işaretlere sahip olsa veya bir odadaki bütün belgeler aynı el yazısı ile yazılmış olsa, bu durumu izah etmek için ortak bir kaynağı gösterecek açıklamayı ararız. (Richard Swinburne, Tanrı Var mı?, Arasta Yayınları, s.44). Tabiattaki yasaların, dünyanın ve kâinatın her noktasında birlik içinde olmaları; farklı noktaların hepsinde aynı yasaların geçerli olması; madde ve unsurların bu yasalara itaat etmesi: Allah'ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) bir tek olduğunu; eşi, ortağı (şeriki) ve yardımcısının olmadığını, yani “Vahdaniyeti” ifade eder. Kâinat, dünya, tabiat ve canlılardaki düzenin olağanüstü hassas ölçülerde ve girift (iç içe) olması bize şu neticeyi verir: “Hadsiz bir kudret ve kuşatıcı bir ilim ve nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka kimin haddi var ki, o hadsiz derecede harika olan şu idareye karışsın? Çünkü, şu birbiri içinde girift olan envaları (türleri, unsurları), milletleri, umumunu(bütününü) birden idare ve terbiye edemeyen, onlardan birisine karışsa, elbette karıştıracak…” (Sözler, Üçüncü Pencere). İşte şu neticeyi okuyan ve anlayan bir insan; “Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle göklerin ve yerin düzeni bozulurdu. (Enbiya-21)” ayetinin manasını kalbinde hisseder; Hristiyanlık dini gibi çok tanrılı dinlerin de bu kâinatı ifade edemeyeceğini anlar…
3. SONUÇ:
Yasaların nedenine yönelik tarif ve izahların hükümsüzlüğü, mevcut bilim anlayışının varsayımlara dayalı olup, aklı görünen âlemle sınırlaması; aklın doğasının gereği olan “çıkarımı”, varlıkların faili noktasında yasaklaması; mevcut düzenin tesadüfen oluşmasının aklen ve matematiksel olarak imkansızlığı; “zorunluluk” ifadesinin bilimsel bir ispatının olmaması, sadece terimsel bir isimlendirme ve varsayımdan ibaret olması; “zorunluluk” kavramı izah edilirken öne sürülen “insanın gözlemci etkisi” meselesinin mantıksal bir hatadan kaynaklanması ve tabiat kanunlarındaki “zorunluluk” kabul edilse dahi, “zorunluluğun kaynağı” kanunun kendisi değil, kanun koyucunun iradesi olması; maddenin ezelden beri var olmasının imkansızlığı ve özelliklerinin kendine içkin (kendinden, özgü) olamayacağı; kanundan bahsedilen bir düzen içerisinde, fayda gözeten, kanun koyucu bir iradenin var olması gerekliliği ve kanunların kendiliğinden oluşamayacağı hakikati; dünyada işleyen kanunların, imtihanın muhatabı olan insanlar için uygun şartları sağlıyor olmasının gösterdiği “imtihan meydanının tasarlanmış olduğu” hakikati; yasaların tüm kainatta aynı şekilde hüküm sürmesi ve tüm unsur, madde ve atomların kanunlara olan mutlak itaatinin gösterdiği “vahdaniyet ve kudret” hakikatlerinin analizi sonucunda elde edilen netice şudur ki:
Tüm kâinatta cereyan eden tüm kanunların faili: Azameti ve kudreti bilmüşahede görünen, fayda gözeterek kâinatta işleyen kanunları koyan, işleten ve uygulatan; atomlardan, yıldızlara kadar, kâinattaki o nihayetsiz küçük ve büyük kütleleri emir ve kanunlarına mutlak itaat ettirip, boyun eğdiren; mutlak ilim, irade ve kudret sahibi Allah’tır. İşte, ey nefsim! Bak ve gör! Allah’ın kanunları, tabiat kanunları olmuş…
"Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize O verdi. Bütün yıldızlar da O'nun emrine boyun eğmişlerdir. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır. (Nahl,12)"
"O, geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve ayı emrine âmâde kılmıştır. Her biri mukadder bir süreye kadar akıp gidiyor. İşte bu gördüklerinizi yapan Allah sizin Rabbinizdir. Mülk (hükümranlık) O'nundur. O'ndan başka taptıklarınız ise, bir çekirdek zarını bile idare edemezler. (Fatır Suresi, 13)"
"…O, geceyi durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneş, ay ve yıldızlar emrine âmâdedir. İyi biliniz ki yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir. (Araf Suresi, 54)"Delillerle İslam
Yorumlar
Yorum Gönder