Hadis inkârcılarının, Hz. Peygamberin (sav), Kuran’ı açıklayacağına dair var olan ayet delili, yani Nahl Suresi 44. Ayet hakkındaki iddialarına cevap:
Reformistler, “Kuran’ı insanlara açıklaman için sana indirdik.” (Nahl, 44) ayetinde yer alan ‘li tübeyyine’ kelimesini âlimlerin yanlış anladığını ileri sürüyorlar. Aslında beyanın açıklamak, tefsir etmek anlamına gelmediğini, bilakis “gizlememek” anlamına geldiğini belirtiyorlar. Bu durumda Hz. Peygamber’in görevi Kuran-ı Kerim’i açıklamak değil, sadece onu insanlara iletmek, gizlememektir. Bu sadette Kuran-ı Kerim’den bir başka ayete atıf yaparak görüşünü teyid etmeye çalışıyorlar. Atıf yaptıkları ayeti kerime de “Kendisine kitap verilenlerden onu insanlara beyan etmeleri konusunda biz söz aldık.” (Al-i İmran, 187) ayeti ve benzeri tebliğ ayetleridir.
Reformistler, bu ve benzeri ayetlerdeki ‘beyan’ ile Peygamberimizin görevi olan beyan arasında bir fark olmadığını savunuyor. Böylece diyorlar ki, ‘Kendilerine kitap verilenler olarak bizler, eğitim düzeyi her seviyeden kişiler de dahil, Kuran-ı Kerim’i beyanla mükellef olduğumuz gibi Hz. Peygamber efendimiz de aynı beyanla mükelleftir. Bu beyan, ulemanın anladığı gibi tefsir ve şerh etmek değil, Kuran tebliğini gizlememektir. Sıradan bir Müslüman da Kuran-ı Kerim ayetlerini gizlemeyecek, Peygamber de gizlemeyecektir.
Bu iddiaya kısa bir cevap sadedinde birkaç hususu aydınlığa kavuşturmak gerekiyor. Birincisi, ilgili ayette geçen “tebyin” kelimesinin manasıyla alakalıdır. Bu kelime tef’il babından mastardır. Kelimenin mücerred halinin mastarı/kökü “beyan” dır. Bu da vâzıh olmak, yani Türkçede ‘ayan beyan, açık ve net’ anlamına gelir. Keza vuzûha kavuşturmak (açıklığa kavuşturmak) tabirini de kullanırız. Ayrıca izah, tavzih gibi kelimeler de dilimize vuzûh kökünden geçmiştir. Hepsi açıklık, netlik kök anlamında ortaktır.
Tebyin ise iki anlama gelir: İlki tavzih(açıklama, aydınlatma), diğeri vuzuh(açık olma durumu, açıklık, aydınlık, bellilik) Bu açıklamalar Arap lügatının en muteber sözlüklerinin belli başlılarından olan Lisanü’l-Arab’a aittir. Diğer Arap dili kamuslarındaki açıklamalar da bu yöndedir.
Birinci anlamına göre fiil geçişkendir. Bir tavzih edilen (açıklanan) nesne (Kuran) gerektirir. İkincisi geçişsiz fiildir. Bir şeyi vuzuha (açıklığa) kavuşturmayı değil, bir şeyin kendisinin açık-net olduğunu ifade eder.
İlgili ayette geçen ‘tübeyyinü’ fiili, geçişlidir. Dolayısıyla kelime tavzih etmek (açıklığa kavuşturmak) manasına gelir ki, Hz. Peygamber Efendimiz’in insanlara indirilen vahyi tebyin (açıklama) görevine dikkat çeker.
Tavzih etmek de, vâzıh kılmak, açıklığa kavuşturmak, açık ve net kılmak demektir. Şimdi Kuran-ı Kerim’in Arapça bir beyan olduğunu göz önünde bulundurarak Arap dilinin verilerine istinaden ayeti şöyle anlamak durumundayız: Allah (azze ve celle) Hz. Peygamberimiz’den ayetleri açık-net, vazıh biçimde insanlara iletmesini istemektir.
Şu halde sorulması gereken soru şudur: Reformistlerin, ‘tebyin’ kelimesine yüklediği anlam kelimenin doğru anlamı mıdır? Tebyin gizlememek mi demektir? Ayetlerin gizlenmemesi onların açık-net, vazıh biçimde iletilmesi anlamına gelir mi?
Şüphesiz bu sorulara 'evet' cevabı vermek mümkün değildir. Açık, net ifade etmekle gizlememek arasında fark olduğu aşikârdır. Gizlememek, açık kılmanın ilk şartıdır. Sözü gizleyen kimse onun muhataplara açık ve net biçimde ulaşmasına mani olmuştur. Ama bir sözü bir şekilde muhataplara ileten, gizlemeyen kimse, sadece bu haliyle onu açık ve net kılmış anlamına gelmez. Farklı anlaşılmalara açık olan kapalı ifadeleri olduğu gibi muhataplara aktaran kimse -her ne kadar sözü gizlememiş olsa da- onu açık net kılmış, ayan beyan hale getirmemiştir. Çünkü sözden maksat birinci derecede ifade ettiği mana ve onun üzerinden muhatabın zihin dünyasına iletilmek istenen mesajdır. Mana ve mesajı anlaşılamayan bir cümleyi gizlememek, geldiği gibi muhataplara iletmek onu beyan etmek olmadığı gibi, nübüvvetin amacı da değildir.
Mesela, Peygamberimiz (sav), “İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.”( En’âm Suresi, 82) ayetindeki “haksızlık (zulüm)” kelimesiyle neyin anlatıldığını şu şekilde açıklamıştır:
“Ayetteki “haksızlık (zulüm)” kelimesinden kast edilen, insanın kendisine veya başkasına yaptığı haksızlık değildir. Haksızlıktan maksat şirktir. Siz, Lokman’ın oğluna söylediği, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma. Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür…”( Lokman suresi, 13. ayet.) sözünü işitmediniz mi? (Buhârî, İman 23.) Buyurarak ayette, pek çok kişiler tarafından farklı anlaşılabilecek bir mesele açıklığa kavuşturulmuştur.
Başka bir örnek, ayetlerde ölü hayvan etinin haram olmasına rağmen (Maide, 3; Enam, 145) deniz hayvanlarının bunun dışında olduğunu Peygamberimiz (sav) belirtmiş ve bunu "Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir" (Ebu Davud, c.I , s.54) "İki ölü ve iki kan bizlere helâl kılınmıştır. İki ölü, çekirge ve balık; iki kan da ciğer ve dalaktır." Buyurarak ayetler hakkında gerekli açıklamaları yapmıştır. (Bkz. İbn Mâce, Sayd, 9; Etımme, 31; Ebû Dâvûd, Etımme, 34; Muvatta, Sıfatu'n-Nebiy, 30. Müsned, II.97; es-San'ânî, Sübülüs-Selâm, IV.76.)
Bir örnek daha, Hz. Peygamber, ayette nikâhı haram kılınanlar arasında sayılmamasına rağmen (Nisâ, 23) bunlara bir kadınla evliyken onun halası, teyzesi, kız kardeşi, kızı ve erkek kardeşinin kızı üzerine de nikahlanamayacağını açıklamıştır. (Buhârî, Nikâh, 27) Kişinin, bu sayılanlarla evlenebilmesi için eşinin vefat etmesi gerekmektedir.
Yine, Kur'ân'da geçmeyen, katır, merkep, aslan, kaplan, fil, kurt, kirpi,(el-Muvâfakât, IV.23) maymun ve köpek gibi hayvanlarla, kartal, atmaca, şâhin ve doğan gibi yırtıcı kuşların etlerinin haramlığı da hadislerle sabit olmuştur. (Müslim. 34. es-Saydu ve'z-Zebâîh, 3, no:12)
Hz. Peygamber'in bu hükümleri, "O, size temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar" (Araf, 157) ayetine racidir. Bu bakımdan asıl Şâri' yani kanun koyucu Allah'tır, Resûlü'ne de O'ndan aldığı bu yetkiye dayanarak mecazen "Şâri" sıfatı verilmiştir.
Görüldüğü üzere, Nahl Suresi 44. ayetten “vahyi gizlememek” gibi bir mana çıkarmanın Arap dilinde mesnedi yoktur. Bu mesnetsiz iddiayı mesnet kabul edip buradan Hz. Peygamber efendimize rol biçmenin, görev alanını sadece ‘tebliğ ile’ sınırlamaya kalkmanın izahı asla yoktur.
Son söz, Kur’ân-ı Kerim’in beyanı onun uygulanabilir, hayata taşınabilir biçimde açık ve net surette ortaya konması, insanlara sunulması demektir. Bu, ayetlerin kelime kelime insanlara iletilmesi yanında mana ve mesajının da zihinlerde şüpheye mahal kalmayacak biçimde ulaştırılması anlamına gelir. Şu halde Hz. Peygamber efendimizin ayetleri tebyin etmiş olabilmesi insanlara Kur’ân-ı Kerim’in lafzını tebliğin yanında mana ve mesajını da açıklamış olmasına bağlıdır. Bu itibarla Kur’ân-ı Kerim’i, hiçbir kelimesini gizlemeden ayet ayet insanlara tebliğ etmek Hz. Peygamber efendimizin görevi olduğu kadar, mana ve mesajını –kavlî, fiilî, takrirî sünnetiyle- insanlara açıklamak da görevidir.
Reformistler, “Kuran’ı insanlara açıklaman için sana indirdik.” (Nahl, 44) ayetinde yer alan ‘li tübeyyine’ kelimesini âlimlerin yanlış anladığını ileri sürüyorlar. Aslında beyanın açıklamak, tefsir etmek anlamına gelmediğini, bilakis “gizlememek” anlamına geldiğini belirtiyorlar. Bu durumda Hz. Peygamber’in görevi Kuran-ı Kerim’i açıklamak değil, sadece onu insanlara iletmek, gizlememektir. Bu sadette Kuran-ı Kerim’den bir başka ayete atıf yaparak görüşünü teyid etmeye çalışıyorlar. Atıf yaptıkları ayeti kerime de “Kendisine kitap verilenlerden onu insanlara beyan etmeleri konusunda biz söz aldık.” (Al-i İmran, 187) ayeti ve benzeri tebliğ ayetleridir.
Reformistler, bu ve benzeri ayetlerdeki ‘beyan’ ile Peygamberimizin görevi olan beyan arasında bir fark olmadığını savunuyor. Böylece diyorlar ki, ‘Kendilerine kitap verilenler olarak bizler, eğitim düzeyi her seviyeden kişiler de dahil, Kuran-ı Kerim’i beyanla mükellef olduğumuz gibi Hz. Peygamber efendimiz de aynı beyanla mükelleftir. Bu beyan, ulemanın anladığı gibi tefsir ve şerh etmek değil, Kuran tebliğini gizlememektir. Sıradan bir Müslüman da Kuran-ı Kerim ayetlerini gizlemeyecek, Peygamber de gizlemeyecektir.
Bu iddiaya kısa bir cevap sadedinde birkaç hususu aydınlığa kavuşturmak gerekiyor. Birincisi, ilgili ayette geçen “tebyin” kelimesinin manasıyla alakalıdır. Bu kelime tef’il babından mastardır. Kelimenin mücerred halinin mastarı/kökü “beyan” dır. Bu da vâzıh olmak, yani Türkçede ‘ayan beyan, açık ve net’ anlamına gelir. Keza vuzûha kavuşturmak (açıklığa kavuşturmak) tabirini de kullanırız. Ayrıca izah, tavzih gibi kelimeler de dilimize vuzûh kökünden geçmiştir. Hepsi açıklık, netlik kök anlamında ortaktır.
Tebyin ise iki anlama gelir: İlki tavzih(açıklama, aydınlatma), diğeri vuzuh(açık olma durumu, açıklık, aydınlık, bellilik) Bu açıklamalar Arap lügatının en muteber sözlüklerinin belli başlılarından olan Lisanü’l-Arab’a aittir. Diğer Arap dili kamuslarındaki açıklamalar da bu yöndedir.
Birinci anlamına göre fiil geçişkendir. Bir tavzih edilen (açıklanan) nesne (Kuran) gerektirir. İkincisi geçişsiz fiildir. Bir şeyi vuzuha (açıklığa) kavuşturmayı değil, bir şeyin kendisinin açık-net olduğunu ifade eder.
İlgili ayette geçen ‘tübeyyinü’ fiili, geçişlidir. Dolayısıyla kelime tavzih etmek (açıklığa kavuşturmak) manasına gelir ki, Hz. Peygamber Efendimiz’in insanlara indirilen vahyi tebyin (açıklama) görevine dikkat çeker.
Tavzih etmek de, vâzıh kılmak, açıklığa kavuşturmak, açık ve net kılmak demektir. Şimdi Kuran-ı Kerim’in Arapça bir beyan olduğunu göz önünde bulundurarak Arap dilinin verilerine istinaden ayeti şöyle anlamak durumundayız: Allah (azze ve celle) Hz. Peygamberimiz’den ayetleri açık-net, vazıh biçimde insanlara iletmesini istemektir.
Şu halde sorulması gereken soru şudur: Reformistlerin, ‘tebyin’ kelimesine yüklediği anlam kelimenin doğru anlamı mıdır? Tebyin gizlememek mi demektir? Ayetlerin gizlenmemesi onların açık-net, vazıh biçimde iletilmesi anlamına gelir mi?
Şüphesiz bu sorulara 'evet' cevabı vermek mümkün değildir. Açık, net ifade etmekle gizlememek arasında fark olduğu aşikârdır. Gizlememek, açık kılmanın ilk şartıdır. Sözü gizleyen kimse onun muhataplara açık ve net biçimde ulaşmasına mani olmuştur. Ama bir sözü bir şekilde muhataplara ileten, gizlemeyen kimse, sadece bu haliyle onu açık ve net kılmış anlamına gelmez. Farklı anlaşılmalara açık olan kapalı ifadeleri olduğu gibi muhataplara aktaran kimse -her ne kadar sözü gizlememiş olsa da- onu açık net kılmış, ayan beyan hale getirmemiştir. Çünkü sözden maksat birinci derecede ifade ettiği mana ve onun üzerinden muhatabın zihin dünyasına iletilmek istenen mesajdır. Mana ve mesajı anlaşılamayan bir cümleyi gizlememek, geldiği gibi muhataplara iletmek onu beyan etmek olmadığı gibi, nübüvvetin amacı da değildir.
Mesela, Peygamberimiz (sav), “İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.”( En’âm Suresi, 82) ayetindeki “haksızlık (zulüm)” kelimesiyle neyin anlatıldığını şu şekilde açıklamıştır:
“Ayetteki “haksızlık (zulüm)” kelimesinden kast edilen, insanın kendisine veya başkasına yaptığı haksızlık değildir. Haksızlıktan maksat şirktir. Siz, Lokman’ın oğluna söylediği, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma. Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür…”( Lokman suresi, 13. ayet.) sözünü işitmediniz mi? (Buhârî, İman 23.) Buyurarak ayette, pek çok kişiler tarafından farklı anlaşılabilecek bir mesele açıklığa kavuşturulmuştur.
Başka bir örnek, ayetlerde ölü hayvan etinin haram olmasına rağmen (Maide, 3; Enam, 145) deniz hayvanlarının bunun dışında olduğunu Peygamberimiz (sav) belirtmiş ve bunu "Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir" (Ebu Davud, c.I , s.54) "İki ölü ve iki kan bizlere helâl kılınmıştır. İki ölü, çekirge ve balık; iki kan da ciğer ve dalaktır." Buyurarak ayetler hakkında gerekli açıklamaları yapmıştır. (Bkz. İbn Mâce, Sayd, 9; Etımme, 31; Ebû Dâvûd, Etımme, 34; Muvatta, Sıfatu'n-Nebiy, 30. Müsned, II.97; es-San'ânî, Sübülüs-Selâm, IV.76.)
Bir örnek daha, Hz. Peygamber, ayette nikâhı haram kılınanlar arasında sayılmamasına rağmen (Nisâ, 23) bunlara bir kadınla evliyken onun halası, teyzesi, kız kardeşi, kızı ve erkek kardeşinin kızı üzerine de nikahlanamayacağını açıklamıştır. (Buhârî, Nikâh, 27) Kişinin, bu sayılanlarla evlenebilmesi için eşinin vefat etmesi gerekmektedir.
Yine, Kur'ân'da geçmeyen, katır, merkep, aslan, kaplan, fil, kurt, kirpi,(el-Muvâfakât, IV.23) maymun ve köpek gibi hayvanlarla, kartal, atmaca, şâhin ve doğan gibi yırtıcı kuşların etlerinin haramlığı da hadislerle sabit olmuştur. (Müslim. 34. es-Saydu ve'z-Zebâîh, 3, no:12)
Hz. Peygamber'in bu hükümleri, "O, size temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar" (Araf, 157) ayetine racidir. Bu bakımdan asıl Şâri' yani kanun koyucu Allah'tır, Resûlü'ne de O'ndan aldığı bu yetkiye dayanarak mecazen "Şâri" sıfatı verilmiştir.
Görüldüğü üzere, Nahl Suresi 44. ayetten “vahyi gizlememek” gibi bir mana çıkarmanın Arap dilinde mesnedi yoktur. Bu mesnetsiz iddiayı mesnet kabul edip buradan Hz. Peygamber efendimize rol biçmenin, görev alanını sadece ‘tebliğ ile’ sınırlamaya kalkmanın izahı asla yoktur.
Son söz, Kur’ân-ı Kerim’in beyanı onun uygulanabilir, hayata taşınabilir biçimde açık ve net surette ortaya konması, insanlara sunulması demektir. Bu, ayetlerin kelime kelime insanlara iletilmesi yanında mana ve mesajının da zihinlerde şüpheye mahal kalmayacak biçimde ulaştırılması anlamına gelir. Şu halde Hz. Peygamber efendimizin ayetleri tebyin etmiş olabilmesi insanlara Kur’ân-ı Kerim’in lafzını tebliğin yanında mana ve mesajını da açıklamış olmasına bağlıdır. Bu itibarla Kur’ân-ı Kerim’i, hiçbir kelimesini gizlemeden ayet ayet insanlara tebliğ etmek Hz. Peygamber efendimizin görevi olduğu kadar, mana ve mesajını –kavlî, fiilî, takrirî sünnetiyle- insanlara açıklamak da görevidir.
Yorumlar
Yorum Gönder